1974’te adaya çıkan Türk askerlerinden kaçan Rumların arkada bıraktıkları işyerleri arasında Girne’de bir seramik atölyesi de vardı. Atölye kasabanın biraz dışında, evlerin bitip zeytin, narenciye bahçelerinin başladığı yerde idi.
Ortalık yatışınca bir Kıbrıslı Türk orasını aldı ve Design 74 ismi altında seramik üretmeyi sürdürdü.
Rumlar işletirken atölye daha çok turistlere yönelik şeyler yapılıyordu. Kuşlu, Kıbrıs manzaralı küçük büyük tabaklar, fincanlar, muglar, vazolar, tuzluklar falan.
Yeni sahibi neredeyse tıpatıp aynı şeyler üretti.
Beş on kilometre daha ileride, Çıkarma Plajı’nın üst başındaki Altınkaya’da balık yemeye giderken orada durur bazen ufak tefek şeyler alırdık. Hatta o zaman kız arkadaşım olan Alman ex-eşim, bir çorba servis çanağı ısmarlamıştı. Kapağını çanağa göre biraz küçük yapmışlardı ama severek kullandık. Sandıklardan birinde duruyor olmalı.
Her ne kadar seramik atölyesinin çalışmaya devam etmesine sevinmiş isem de ürünlerinin Rumların ürettiklerinin bir kopyası olmaktan ileri gidememesi beni irite ediyordu.
Bir gün orada hoşuma giden orijinal bir iş gördüm: Açık havada dört sandalyede oturan sakallı genç bir adam ve onun sandalyelerinden birine ayaklarını koymuş bir başka genci resmeden bir tabak. Sakallısını tanıyor gibi oldum, ama ne o gün ne de başka bir gün kim olduğunu çıkarabildim.
Şimdi yatak odamın duvarında asılı duruyor. Az önce çevirip arkasına bakınca Aygün isimli sanatkârın imzasını gördüm.
Satın aldığım zamanlar Dört Sandalyede Oturan Adam bütün kahvelerde karşılaşabileceğiniz bir görüntüyü temsil ediyordu.
Kahveye gidip keserle elde yapılan hasır bir sandalyeye oturuyordunuz. Kahveci yuvarlak bir tepsi içinde kahvenizi ve suyunuzu getiriyor, ayaklarınızı koyduğunuz sandalyenin üzerine bırakıyordu. İçine âdet olduğu gibi biraz su koyup içiyordunuz ve her iki kolunuz için iki sandalye daha çekiyordunuz.
Hava şeker gibi idi. Aceleniz yoktu çünkü dünya kadar vaktiniz vardı. Adanız sâkin, acelesiz, gürültüsüz bir yerdi. Hafifçe geriye kaykılırdınız ve çığlıklarla uçan kırlangıçların sinek avlamasını izlerdiniz. Belki ıslıkla bir melodi seslendirirdiniz. Birisi gelir, yakınınızdaki bir sandalyeye otururdu. Onunla sohbete başlardınız. Kahveci size doğru yöneldiğinde tepsiye birkaç bakır kuruş koyardınız.
O gün hikâye bu idi. Bugün?
Bugün ne o eski ada var ne de o eski hayatlar. Kahvelerin çoğu kapandı. Tarlalar arsa oldu. Köylü kalmadığı için dağlarda ve tepelerde binlerce yıldır kullanılan patikalar silindi. Köyleri şehirler yuttu.
Rumlardan kalan arazilerin getirdiği rant çalışma isteğini köreltti.
Para kazanma hırsını tatmayan kalmadı.
Ne büyük bir lüks imiş Dört Sandalyede Oturmak ve ne kadar güzel bir yaşamak.
Bu yazı Diyalog Gazetesi‘nden alınmıştır.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.